TAVŞANI TAKİP ET-ME: SPEAK NO EVİL

Merhaba sevgili sinefilm takipçileri.

Bugün izleyip de uzun süre etkisinden kurtulamadığım Speak No Evil filmini sizlerle analiz etmek istiyorum. Oyuncular Morten Burian, Sidsel Siem Koch, Fedja van Hued, yönetmen ve senarist olarak da Christian Tafdrup bulunuyor.

Karin ve Patrik karakterleri filmde olduğu gibi gerçek hayatta da evlidir. Bu yüzden oyunculukları daha gerçekçi olmuş.

Filme gelirsek; İtalya’da güzel bir tatil günüyle başlar filmimiz, güzel bir akşam yemeği sonrası sakin bir dinleti izleriz. Burian dinletide anı yaşarken (Patrik’in dışındakiler bizim de yaptığımız gibi anı yaşamak yerine teknolojiye sarılıp anı kaçırıyorlar.) eşi ve birkaç kişi fotoğraf çekiyor; Burian o arada Patrik’le selamlaşırken biz onu ağlarken görüyoruz. Bu sahne film için sağlam bir giriş olmuş. Burada verilmek istenen iki mesaj var: İlki Burian duygusal ve mutsuz, ikincisi Patrik’in tuzağı için duygusal açıdan zayıf bir insanı araması. Doğal olarak ilgisini çekiyor bu duygusal ve zayıf karakter. Patrik’e olacaklar için adete davetiye çıkarıyor. Farklı bir gün ise kızının tavşanı kayboluyor ve bulan Burian, Patrik tarafından tebrik ediliyor. Aslında Burian’ın sevgiyle, ilgiyle yüceltilmeye, değer görmeye ve önemsenmeye ihtiyacı var. Burian zaten ailesi içinde mutsuzdur ve kendisine iki güzel kelam etmiyor eşcağazı. Filmde kullanılan tavşan boşuna değildir, bilerek seçilmiştir. Birçok filmde gözümüze sokulmuştur: Matrix, Donnie Darko, Alis Harikalar Diyarında filmleri ayrı ayrı inceleyip uzun uzun analiz etmek gerekse de filmlerin hepsinde tavşanı takip etmen gerekiyor. Matrix ve Donnie Darko’da tavşanı takip eden baş karakterler içsel bir yolculuk içine çekiliyor. Yönetmenimiz bu filmde başında ve sonunda da tavşanı yönlendirici bir figür olarak kullanmış. Çünkü kız da filmde tavşan üzerinden babasını baskılayıp yönlendiriyor. Tavşan bulunduktan sonraki yemek sahnesinde Hollandalılar ve Danimarkalıların benzeştiği konuşulur. 

Daha gider gitmez dayatmalar başlar ilk önce kızına ailesinden ayrı odada yatak yapılır, annesi susar. Louise vejateryen olduğu için kendisine sunulan eti yemez, bir süre direnir ama sonunda yiyecektir. Patrik’le Karin durumu daha ileri seviyeye götürmeye başlar, kaba tavırlara karşı Louise ve Burian nezaketle ortama uyup susarlar. Yemeğe giderler, kızı evde kalır. Yeni tanıştığın insanlara güvenip kızını bırakır mı insan, asıl sorun burada işte. Tavrını ortaya koymayıp sırf nezaket doğrultusunda sorun çıkmasın diye durumu kotarıp geceyi yaşamak mantık dışıdır. Filmin genel atmosferi güvensizlik ve sıkışmışlık hissi veriyor. Yemeğe davet edilip ücretin ödetilmesi ayrı bir nezaketsizlik. Bunlar gerilimi arttırıcı unsurlardır elbette ama çiftimizin dünyanın kötülüğünden bîhaber tatlı su balığı gibi steril yaşamaları insanın sinirlerini zıplatıyor. Durumun apayrı bir boyutu da var, ikili ilişkilerde olsun, arkadaş, akraba ya da aile ilişkilerinde olsun eğer insan yapılan yanlış ve hatalar karşısında saygıdan da olsa susarsa karşı tarafın kendisini maniple ederek aptal gibi hissettirmesine izin vermiş olur. Bu tavizi insan kendisi verir. Karşı tarafın davranışına bir set çekilmezse duracağı yeri bilmediğin her defasında haddini bir çizgi daha aşar ve fazla alçak gönüllü olmanın neticesi olarak kendisinden aşağıdakinden nasihat dinlemeye başlar. Nuri Bilge’nin tevazu ile ilgili söylediği son derece doğru sözlerini burada hatırlamak gerekiyor: “Mütevazılık falan hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz…” Demek ki sadece bizde değil bütün dünyada geçerli olan bir insan tutumundan söz ediyoruz. Filmde de olan bu. Ki göçmen sorunu da aynı doğrultuda ilerler filmde.

O gece gitmelilerdi. Tavşanı unuttuklarını sandıklarından dolayı geri dönmeleri de enteresan. Hayır sözcüğünü anlatmalısın çocuğa aslında. Dönmelerinin ne kadar tehlikeli olduğunu korkutmadan ifade ederek, anne-baba olmanın da sorumlulukları bulunduğunu göstermelilerdi çocuğa. Sadece “Hayır,” demek değil mesele, o durumu kavratabilmek, anlamlandırabilmek çocuğun penceresinden. Bir de bir şeye “Hayır,” denmişse o hayır kalmalıdır. Ağlayarak istediğini yaptıran çocuk koşullu şartlanmayla her istediğini yaptırır.

Eve döndüklerinde Patrik’e neden gittiklerini açıklarken fazla naziklerdir. İlginç olan şu, yanlış davranan tarafa yanlışını söyleyen kişi kendisini suçlu hissediyor bu sahnede. Aslında güzel bir iş ve eşi olan tipik şehir insanının bıkkınlık hallerini görürüz Burian’da. Tam bir beyaz yaka çıkmazı. Günlük rutinler içinde sıradanlaşan hayatına karşı bir bunalmışlık hali. Günümüz insanlarının genelinde var bu durum, hep daha iyi bir iş, daha iyi bir yaşam, daha çok para isterler. Patrik’in Burian’ı götürdüğü tepe aslında metaforik. Gökyüzü ve yeryüzü arasında sadece insan bedeni. Günlük rutinlerden bunalmış Burian’ı hem ruhsal hem içsel açıdan rahatlatmak (bağırması) ve kendisine güveni yeniden sağlamak için Patrik’in seçtiği yöntemdir bu.

Ev sahibinin çalışmaması bir kuşkuya yer bırakır. Şimdi bu ev nasıl döner, bu hayatı nasıl yaşarlar, hiç çalışmamış ve çalışma karşıtı Patrik hayatını nasıl idam ettirir. Sofrada Louise’in kızıyla Karin’in Flemenkçe konuşması anneyi ve aileyi baskılayıp onlara kendi kültürlerini dikte ederek onları asimile ettiğini gösteriyor. Burian dişini fırçalarken Patrik’in içeri girmesi, fütursuzca işini görmesi, kişisel alanlarına girip rahat davranması sanki işgal eder gibi eylem içinde olduğunu gösteriyor. Burian tek kelime etmiyor, yapan değil duruma göz yuman suçlu oluyor. Görünürde iki psikopatın çocukları kaçırıp paraya çevirmesine dönüyor mesele. Önceki insanlara dair fotoğraf ve kalıntıları Burian’ın bulması bunun göstere göstere yapıldığı anlamını taşıyor. Sonrasında gerçekleri görüp kaçmaya çalışması, ama artık geç kalması ve ele geçirilmesi hiç de şaşırtmıyor izleyiciyi. Gerçekleri gördüğü halde arabada üzerinde anahtar bile varken alıp kaçamıyorlar. Cesaret edemiyorlar. Yaşamları tehlikedeyken bile etik kaygılar içinde bulunmaları sonlarına doğru bir tehdide dönüşüyor. Çocuğu arabadan doğu görünümlü ve ismi de bunu düşündüren adam, çocuğu anne ve babasının elinden dili kesilmiş bir halde alır.

Konfüçyüs’ün sözü çok doğru ”Bir milleti yok edeceksen önce dilini yok et.” Evde başlayan kendi dilleri dışındaki konuşmalar, şimdi hem yaşananları anlatamaması nedeniyle geçmişi unutturuyor hem de kendi belleğinden kopuşu simgeliyor. Ayrıca küçük kız çocuğunun başka ailelere ve başka milletlere karışabilmesi için kendisini ifade edememesi sonucunda tamamen yok olacaklar, desek yeridir. Burian ve karısının hiçbir şey yapmadan durumu kabullenmeleri ve acizlikleri, şiddete bile başvurmamaları izleyene bu kadar da olmaz dedirttiriyor. Biraz da kendini savunup tırnaklarını çıkarmazsan, yavrunu ve geleceğini, yaşadığın toprakları dahi elinden alıp senin neslini tüketip yok ederler, demek istiyor yönetmenimiz. Çocukları giden anne babanın başka çaresinin kalmaması ve ölümü artık kendilerinin istemesine neden olarak filmin ana cümlesini beynimize kazıyor: Buna sen izin verdin! Sonunda recmedilmeleri ise oyunu artık güçlü tarafın kurallarına göre oynamak zorunda kalındığını gösteriyor. Ayrıca öldürdüklerini keyifle hayatın bir akışı gibi izlemeleri her şeyi normalleştirdiklerinin bir ifadesidir. Acı olan ölümleri bir şeyi değiştirmeyecek, kızları yani gelecekleri yani çocuklar işgalcilerin elinde asimile olup gidecek ve bu döngü sanki sonsuza kadar sürüp gidecekmiş hissi.

Ah o tavşan değil mi ki her şeyin asıl sebebi, belki de onu geride bırakıp hiç takip etmemeliydi.

Filmi, uyarısı ve sinematografisi nedeniyle beğendim. Bu nedenle filme puanım 7/10.

Yorum bırakın